Dünya Mirası Adalar'da Derya Tolgay ve Nevin Sungur, sosyolog Kiraz Özdoğan ile Longo Maï (Uzun Yaşa) hareketinin ekolojik ve dayanışmacı yaşam anlayışını, İstanbul Adaları’nda her yıl tekrarlanan vahşi budama uygulamalarını, son yıllarda artan canlı ağaç kesimlerini ve orman–toprak yaşamı için hayati önem taşıyan devrilmiş gövdelerin toplanması sorununu ele alıyorlar.
Derya Tolgay: Herkese merhaba. Dünya Mirası Adalar programında yeniden birlikteyiz, ben Derya Tolgay
Nevin Sungur: Ben Nevin Sungur.
D.T.: Bugün 1973 yılında Fransa'da genç aktivistlerin öncülüğünde ortaya çıkmış ve sonra da Avrupa'ya yayılmış olan Longo Maï Bağımsız ve Dayanışmacı Kooperatifler Komünler Ağı'nın ekolojik ve dayanışmacı yaşam anlayışını konuşmak istiyoruz. Ayrıca hazır konuğumuzu yakalamışken, özellikle Adalarda ve şehirlerde ağaçlara epey zarar verdiğini düşündüğümüz, onları strese soktuğunu, ömürlerini kısalttığını bildiğimiz bu vahşi budamaya da değinmek istiyoruz. Ek olarak hayvanlarımızla birlikte yaşadığımız, göç yolunun üzerinde ve Akdeniz ikliminin müstesna özelliklerini de taşıyan Prens Adaları'nın kıymetli toprağı üzerine de konuşacağız. Konuğumuz Kiraz Özdoğan. Sevgili Kiraz, hoşgeldin.
Kiraz Özdoğan: Hoşbulduk, merhabalar.
N.S.: Hoşgeldin.
D.T.: Hemen seni tanıtayım. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji bölümünü bitirdin ve sonrasında Galatasaray Üniversitesi'nde yüksek lisansını ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar'da da doktoranı tamamladın. Longo Maï'de kolektif ekotarım ve öz yönetim üzerine doktora tezin var. Tez sonrası da özellikle köpek nüfusu yönetimi üzerine yoğunlaştın. hayvanlarla ilgili çalışmaların var. Bu alanda makaleler, kitaplar, derlemeler yazdın. Bir de bitki ve tarım üzerine ağaçlandırma politikaları, İstanbul bostanları ve kollektif tarım üzerine araştırmaların ve Türkiye'de bitki çalışmaları üzerine de bir kitabın var.
K.Ö.: Kitap olmadı, olacak inşallah.
D.T.: Yeditepe Üniversitesi'nde antropoloji bölümünde dersler verdin. Şu anda İBB tarım politikaları üzerinde çalışmaların devam ediyor ve Beykent Üniversitesi'nde de ders veriyorsun. Sokak köpekleri üzerine bir belgesel üzerine çalışıyorsun.
N.S.: Onu çok merak ettim.
D.T.: Evet, evde köpekler ve kedilerle muazzam bir komün hayatı yaşadığın için tam da senin ilgi alanın Nevin.
N.S.: Evet,
D.T.: İstanbul bostanlarının tarihiyle ilgili Suna Kafadar ve Bediz Yılmaz ile de Everest Yayınları’ndan çıkacak bir kitap var. Çok heyecanlı. Nasıl bir üretim? Vallahi tebrikler. Zamanla aranızda gizli bir anlaşma mı var diye sorayım.
K.Ö.: Bilmiyorum, bazen ben de soruyorum bunu kendi kendime.
D.T.: Nicelerine.
K.Ö.: Teşekkür ederim.

N.S.: Bu kadar üretimden bahsedince insan nereden başlayacağını şaşırıyor hakikaten ama şu Longo Maï komününden başlayalım dilersen. Nasıl bir komünden bahsediyoruz ve ne amaçlanarak kurulmuş? Şehirde ya da şehre yakın yaşayan insanların hayatına uygulanması açısından ne dersler çıkarabiliriz?
K.Ö.: Longo Maï, birçok konuda bize çok fazla deneyim sunan bir yer. Aslında beni Longo Maï ile karşılaştıran unsur Gezi sonrası Türkiye'deki toplumsal muhalefetin ekolojiyle ve kolektif bir şekilde ekolojik tarım yapmayla kurduğu ilişkinin dönüşümüydü. Uzun zamandır tanıdığım insanların bir kısmı içsel bir devrim geçirip tarıma, kolektif ve ekolojik tarıma eğilim göstermeye başladı. Türkiye'de çok fazla insan tarafından kolektif bir şekilde ekolojik tarım yapmak, başka bir dünyayı kurmak anlamına gelecek bir denklem kuruldu. Ben o dönemde şu soruyu sormaya çalıştım çünkü benim ailem arkeolog, neolitik üzerine uzmanlaşmış insanlar. Tarım aslında toplumsal hiyerarşilerin başladığı bir dönemde keşfediliyor veya hemen ardından hiyerarşiler geliyor. Sınıflı toplumlara kadar evrilen bir ilerlemeci de olsa bir tarih anlatısı var. Dolayısıyla tarım yaparak hiyerarşisiz bir toplum, topluluk kurmak nasıl bir deneyim? Bu deneyim içinde insan dışındaki diğer canlılara ne oluyor? Onlar nerede duruyor gibi bu sorular üzerine düşünürken, Longo Maï ile karşılaştım.
Benim bitkilere bakış açımı dönüştüren en büyük unsur. Longo Maï’de katıldığım ormancılık atölyelerinde tanıştığım ormancılar oldu. Tabii Longo Maï’nin ne yapmaya çalıştıklarına dair ürettiği yazılar da benim için çok öğretici oldu, biraz buradan girmek istiyorum çünkü Longo Maï’de hep tarım, biyolojik çeşit vs. üzerine konuşuluyor ama ben biraz budama, ağaçlandırma deyince bu es geçilen konuya odaklanayım istiyorum bugün.

II. Dünya Savaşı sonrası tarım politikalarının dönüşümüyle Fransa'da da birçok alan boşalmaya başlıyor. Köylüler, çiftçiler tarım alanlarını terk ediyorlar. 70’li yıllarda Longo Maï'yi kuracak gençler, yerleşecek bir yer arıyorlar ve terkedilmiş büyük bir alan buluyorlar. Burası meşe ormanlarının içinde taştan yapılmış üç tane çiftlik olan bir arazi. Evler yıkık dökük haldeler ve çoğu oturulamaz durumda. Öncesinde mera olarak kullanıldığı için su toplama alanları, bağlar vs. hepsi hasar görmüş. Bu yüzden yeniden inşa edilmeleri gerekiyor.
Bu kurucu arkadaşlarımız daha önce pankart yapan, gazete çıkartan, onları dağıtan miting organize eden, belki de çoğu toprağa el değdirmemiş insanlar. Hatta o kadar bilmiyorlar ki burada su olmadığını düşünmemişler. Mesela ilk bir yere yerleşmek isteseniz su olup olmadığına bakarsınız değil mi? Su var köyde ama toprak altı yapısından dolayı onların arazisini es geçip öbür tarafa gidiyor. Böyle bir yer. Bu kişiler buradaki ormanların büyüme hızını dert etmeye başlıyorlar çünkü ormandaki ağaçlar 10 yaşında ama boyları kısa. Isınmaları için mesel oduna ihtiyaçları var ama ormandaki ağaçlardan faydalanamıyorlar çünkü o meşe ağaçları büyümüyor. Niye büyümüyor? Çünkü sağlıksız bir durum var ortada. I. Dünya Savaşı sırasında bu ormanlardaki meşe ağaçları çok dipten kesilmiş ve sonucunda da ağaçlar kendilerini yenileme özelliklerini kaybetmişler. Bunu öğrenince onarmak için ağaçlandırma yapmaya çalışıyorlar, havalandırma yapıyorlar vs. ama ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü havalandırma işe yaramıyor ve diktikleri ağaçlar tutmuyor, Orada tanıştığım kişiler bana “Bak burası bizim şu dönemde ağaçlandırdığımız yer. Sonra birisi inanmadı bir daha ağaçlandırdı ama hiç mutlu değiller. Sana bir kök göstereyim. Kök belki 200 yaşında ama bir ağaç yok etrafta. Orman büyümeyi reddediyor, büyümesini yavaşlatmış ve biz ne yaparsak yapalım da bu değişmeyecek” diye anlattı. Bunu böyle kabul etmişler.
Aradan 50 yıl geçiyor, belki ormanlar için bu süre çok uzun değil ama bu arada komün, bir ormanı öldürmeden, strese sokmadan nasıl odun toplayabiliriz, bu odunları nasıl efektif bir şekilde kereste haline getirip kendi evimizi yapabilirizi de öğrenmiş. Oduncular grubu artık ormanı biliyor, ormandan ne zaman nasıl ağaç alınacağına dairede bilgiye sahipler. Atla çalışıyorlar, büyük araç motorlu araçlarla girmemeye çalışıyorlar. Çok dikkatli bir şekilde odun topluyorlar. Mesela düşmüş odunların bile hepsini toplamıyorlar. Kendilerince bir kural oluşturmuşlar. Fransa'da bir dönem ormanda keçi otlatmak yasaklanınca buna karşı da mücadele veriyorlar çünkü ormanın buna ihtiyacı olduğu, keçilerin de buna ihtiyacı olduğu, oradaki sembiyotik ilişkinin bozulmaması gerektiğini savunuyorlar. Avcılar da ormanda yaşayan yabani hayvanları öldürdükleri için o dengeyi sağlayabilecek, ormanın kendisine yenileyebilecek koyun ve keçiler dışında başka hayvan yok aslında ortalıkta ve bu yüzden bunun için de mücadele ediyorlar. Bu mücadeleyi başkaları da ediyor ve başarılıyor ve şu an otlatma serbest.
Longo Maï'ye benim de orada olduğum bir dönemde bir uzman geldi. Keçiciler grubuyla birlikte ormanı gezmeye başladık. Sohbet ederken uzman, ağaçların şu kadar kilometre ötesinden birbirleriyle iletişim kurabildiklerini söyledi. Ben buna çok şaşırdım, ‘Nasıl yani ağaçlar birbirleriyle iletişim mi kuruyorlar, nasıl kuruyorlar?’ dedim. Ben bir sosyoloğum, insan bilimciyim. O kişinin söyledikleri üzerine Türkiye'de o yıllarda hiç kimsenin çalışmadığı, bana yol gösterecek kimsenin olmadığı şeylerdi. Ona “Nasıl yani ağaçlar birbirleriyle iletişim mi kuruyor, nasıl kuruyor?” gibi sorular sormaya başladım. "Şu kitaptan bakarsın” deyip yürüdü gitti hoca. Tabii ki oturup bana ders verecek hali de yok. Ben sonrasında sağı solu eşeleye eşeleye söyediklerina ilişkin kitaplar buldum. Ağaçların birbiriyle kurduğu iletişim, bağlar, anne ağaç, çocuk ağaç, bitki zekası, benim tezim...
D.T.: Mantarlar...
K.Ö.: Mantar dualistik bakışı eleştiren bir yönde yani insan-insan dışı veya doğa-kültür, hayvan-insan, bitki-hayvan şeklinde bir ikilikler kurmamaya özen göstermeye çalışıyordum. O sırada Türkiye'de de çeşitli yerde orman yakmaları ve orman yanmaları vardı. Ben de ekoloji aktivistiyim, bir şekilde okumalarımı bu yönde derinleştirmeye ve bu literatürü Türkiye'ye kazandırmaya çalıştım. “Bakın arkadaşlar yangın çıktıktan sonra ağaçlandırma iyi bir şey değil, ormanı rahat bırakın, o kendisi gelecek. Burada bir telaşa girip de aman bina yapılacak diye müdahale etmemek lazım. Buna bir kendiliğinden oluşmasını bekleyelim. Her şeye müdahil olmayalım” diye insanları ikna etmeye uğraştım. Tabii çok zor bir çaba takdir ederseniz ve aynı çabayı kentte komşum olan çınar ağaçları için “Budamayın! Bırakın mikrop kapıyor” diye yapmaya çalıştım çünkü Longo Maï'de oduncular beni arabayla bir yere bırakacaktı ve şöyle dedi içlerinden biri, “Beş yıl önce bu ağaçları budadılar. Şimdi görüyor musun? Hastalandılar. Seneye ölür bunlar” dedi. Ağacın budandığı tarihi hatırlıyor veya ağaca bakıp hasta olduğunu da görüyor. Oysa ben ağaca baktığımda hastalık görmemiştim. O ağaçlar, yanındaki çalılar vs. stres yapmış, bana ‘imdat’ diyor, “Bana dokunmayın rahat bırakın beni lütfen” diyor. Sadece bizim onu görmemiz ve buna açık olmamız çok önemli yani o an onu fark ettim ve şimdi gittiğim her yerde kitap okumak yerine “Bakalım bu ağaç bana ne anlatıyor? Şu damar kesilmiş olabilir, yanında belki şu vardı bir zaman, şu zaman dikilmiş olabilir” gibi teoriler kurmaya çalışıyorum. Bu belki bir çizim kadar onu tanımanızda etkili değil ama bir şekilde ağaca ve çevresine bakmayı, ağaca odaklı düşünmeyi sağlıyor. O zaman onun için endişeleniyorsunuz. ‘Bakayım buna ne oldu, ne yaşıyor’ diye düşünmeye başlayıp onu savunmaya başlıyorsunuz. Bana Longo Maï'in öğrettiği en önemli değerlerden bir tanesi bitkilere bakmayı, onlar için endişelenmeyi, onların dili olduğunu gözetmek oldu.
N.S.: Dolmabahçe ve Çırağan üzerindeki ağaçları budamak adına neredeyse gövdesinin yarısından kesmişler. Oradan yeni bir şey doğacak mı, gelecek mi bilmiyoruz ama asla mümkün değilmiş gibi geliyor insana çünkü o ağaçları dehşetengiz bir şekilde kesmişler. Şimdi anlattıklarınızı duyunca o geldi aklıma.

D.T.: Buradan Adalar’a da gelelim mi? Orada da çok ciddi vahşi budama var. Senin dediğin gibi Kiraz, bitkinin ihtiyacı neye var diye bakmak yok; alışkanlık, senede bir hatta bazen iki kez budama yapılıyor. Bitkinin iyiliği için olan bir şey değil ve ekosistem dostu falan da bir şey değil bu. Neden bu kadar fazla yanlış budama görüyoruz? Bu çok önemli bir sorun. Bunun da cevabına belki bir bakmak lazım, ne dersin? Budamanın yapılma şeklinin bir amacı mı var? Sadece bilgisizlik değil çünkü çok da pahalıya mal olan bir şey. Ağacı öldüren, strese sokan ve ömrünü kısaltan bir şey. Senin de dediğin gibi, bilimsel olarak bunlar artık açık yayınlarda da var ama neden bu ısrar?
K.Ö.: Aslında açık yayınlarda yok. Ben bu konularda okumaya başladığımda muhalif hocaların yazılarına ulaşmaya çalıştım ve bir kısmına ulaştım. Türkiye'de açık ekosistem çalıştığım hocalarla yani orman, ağaç çalışan hocalarla konuşmaya çalıştığımda genelde bir sessizlik var çünkü odun endüstrisi büyük bir endüstri ve çok mafyatik bir endüstri anladığım kadarıyla.
Mesela IKEA'nın üzerine bir belgesel vardı ama Türkçe yayınlanmadı o, Fransızcasını izledim. Belgeselde nasıl taşeronlarla çalışıtıkları ve onların yaptığı kaçak orman kesimleri anlatılıyor. Dört tane taşerondan geçerek IKEA'ya ulaşıyor. Şimdi birinci olarak odun endüstrisinin bir susturma politikası güttüğünü ve çok egemen bir bilgi ürettiğini düşünüyorum. Mesela Türkiye'de İstanbul çok yakın zamana kadar sebzeciliğin merkezi, kültür merkezi olarak anıldığı bir yer ama burada bir tane tarım okulu yok. Halkalı Ziraat Mektebi Ankara'ya taşınıyor. İstanbul'da büyük açık ekosistemler, akarsular var ve bir zamanlar dereler de varmış. Kısacası bitki örtüsü açısından çok zengin olan bir coğrafyası var. Peki, eğer botanik okumak isteseniz nereye gideceksiniz? Bakın orman mühendisi değil, ormancılık yani orman ekosistemini anlayacak bir okulda okumak isteseniz nereye gideceksiniz? Hiçbir yere. Yok! Böyle bir okul bile yok çünkü üniversitede orman eşittir odun, odun eşittir para şeklinde bir öğretim bilgisi veriliyor. İkinci bir bilgi, o kadar merkezi insan olan sermaye yapılanma var. Ekolojik perspektif bize şunu söylüyor: Toplum denen şey, sadece insanlardan ibareti bir şey değil; biz çok farklı türlerle yaşıyoruz ve hatta artık toplum kelimesini atalım, kolektif diyelim.
Mesela Philippe Descola adında çok ünlü bir Fransız antropolog var. Son kitabını henüz okuma fırsatım olmadı ama bir göz attım. Kendisi şunu diyor, “Toplum kelimesini atalım, kolektiflerden söz edelim. Farklı bitkilerin çocuğunuz olduğu veya biz onların çocuğu olduğumuz, bir vatandaş gibi, bir birey olarak saydığımız, dünyayı farklı türlerden oluşan bir ekosistem olarak düşündüğümüz ve ona göre bir yaşam kurmamız gerekiyor. Yeni dönem politikasının bu olması gerekir.” Bizde orman var, bir de insanlar var. Hayır böyle bir şey değil; biz beraberiz, biz birlikte yaşıyoruz, ayrı şeyler değiliz. Birincisi bu paradigmayı değiştirmek lazım ve değiştirmedikçe doğru sorular soramayacağız, doğru sorular soramayacağımız için de o ağaç eşittir odun olacak ya da o ağaç eşittir yaprak döken ve temizlik masrafı çıkartan şey olacak.
Bu arada parklarda, bahçelerde, “Şu ağacı da bir kesmediler, yapraklardan kurtulamadık” diye konuştuklarını duydum. Düşünsenize! Ben de bu lafları duyunca lafın ortasına girdim, “Yeter artık kesmeyin, ağaç kalmadı zaten İstanbul'da” demek zorunda kaldım çünkü onu buraya ait bir varlık olarak değil, öteki olarak görüyorlar. Park bahçelerinde çalışan insanlar da ağaçları tanımıyorlar, kesinlikle tanımıyorlar. Onlara muhtemelen diyorlar ki - çünkü yaptıkları davranışlardan başka bir şey çıkartamıyorum - “Bize şu kadar dal topla, şu kadar odun getir bize.” Bunlar satılıyor, bunu kanıtlayamam ama başka bir amaç var ise bana açıklasınlar, bunu bana göstersinler.
D.T.: Çok itirazlar var, Ada’da da çok itiraz var bunlara.
K.Ö.: Mesela en son İBB Park ve Bahçeler Müdürlüğü’ne şikayette bulundum. Sultanahmet çevresindeki çınar ve at kestane ağaçlarının ölümlerine sebebiyet vermekten soruşturma açılmasını istiyorum. Ölüyorlar, gözümüzün önünde ölüyorlar. Ben mesela oradaki bir ağaç için "Devrilecek” dedim ve iki ay sonra o ağaç devrildi. Sonrada diyorlar ki, "Devrilmesin diye çok kestik.” Ama sen çok kesiyorsun, o yüzden devriliyor. Zaten öyle bir döngü var orada. Düşünün, siz çok güzel sulak bir alanda yaşarken birdenbire çok korkunç mazot kokusu, araba gürültüsü ve ışık geldi. Ağaçların karanlığa ihtiyacı var. Bizim de var, bitkilerin de var, hepinizin karanlığa ihtiyacı var. Karanlık haklarına saygı duyuyor muyuz? Hayır, her yer ışık. Kuşlar konamıyor, gece uyuyamıyor. O ağaçlar mantar kapmasını engelleyebilecek, onu koruyacak, yardımına koşacak canlılara, böceklere ulaşamıyor, onlara ev sahipliği yapamıyor, belki onlara seslenemiyor bile çünkü o kadar mazot gürültüsü, kirliliği var ki… Bir ağaç nasıl yardım isteyecek başka bir şeyden. “Gelin kuşlar, bende şu mantarlar var, yiyin” diye nasıl diyebilir? İnsanlar bile birbirini işitemiyor orada. Dolmabahçe’de yürürken arkadaşınızla konuşmaya çalıştığınız mı bilmiyorum ama araba gürültüsünden birbirinizi zor duyuyorsunuz. Keyifli olabilecek bir yol ne kadar keyifsiz hale geliyor ve ağaçlar onu her gün yaşıyor.

D.T.: Ben amatör bir gözlemci olarak her gittiğim yerde ve şimdi bulunduğum Cambridge’te ya da New York'ta da park ve ormanlara bakıyorum. Bu wild pruning denilen şeyi çok iyi yapıyorlar, hiçbir ezber uygulama yok. Türkiye'de gördüğüm hiçbir şeyi burada görmüyorum. Bitkinin fizyolojisini dikkate alarak ve aşırıya kaçmadan 5-10 senede bir budama yapılıyor. Bazı ağaçlar hiç budanmıyor. Bütün budanan ağaçlara ait kütükler, odunlar veya ölen ağaçlar o toprağın üzerine konuyor ve hepsi orada bırakılıyor. ‘Wood Wide Web’ yani Bitkiler Arası İnternet’inbir uzantısı olarak bu kütüklerin de o ağın içine hizmet eden bir sistem olduğunu anlattılar. Burada öğrendim bunları ben de. Oysa bizde mesela Büyükada'da, son 10 senedir ben hiç görmemiştim; ilk kez ormanların içine girildi, yaş ağaçlar kesildi, bütün kütükler toplandı ve karaya tekneyle, gemiyle götürüldü, satışa sunuldu yani Adalar’a da girilmiş durumda.
Burgazada'nın keza ormanları küçücük. 1.1 km2’lik bir alan adanın tamamı. Ormanın içine dört şeritlik yol kadar yangın ormanı şeritleri açtılar. Yine yangın diye küçücük patikaları dörder metre sağdan soldan tıraşladılar. Çok korkunç uygulamalar bunlar. Sadece yangın için deniyor ama bunların bize bilimsel olarak açıklanması lazım. Biz bu konularda epey sinirliyiz, endişeliyiz. Vaktimiz azalıyor herhalde ama bu konuda ne söylemek itersin?
K.Ö.: Benim Heybeliada’da gözlemlediğim bir konu vardı, yangın oldu, daha doğrusu muhtemelen yakıldı.
D.T.: Beş senede dört kez.
KÖ: Yakılan bölgeyi ilk yağmur sonrası ziyaret ettim; ağaçlar yeşermeye başlamıştı. O sene biraz yağmur yağmıştı. Bu sene hiç yağmadı ama o sene yağmıştı ve yeşermeye başladı. Sonra bir geldim, ağaçları kesmişler. Kesilen ağaçları saydım, ağaçlara baktım, canlıydılar yani canlı ağaçları kestiler.
D.T.: Evet, biz de yayın yaptık oradan. Bütün canlı kesimleri gösterdik.
K.Ö.: Şimdi ağaçları diktiler ve protesto olmadı. Heybeliada’da ormana ayak bastı parası alınan veya öyle yapılmaya çalışılan yerler, çitlenen yerler vardı. Bunların hepsi 2019 sonrası oldu. Çalılar kesildi. Hiçbir şey okumanıza gerek yok, çok basit. Bir kuşun aşağı inme döngüsünü, hareketlerini takip ederseniz görürsünüz ki çalılar çok önemli çünkü çalı olmaz ise yere konmaz ama o çalıları kestiler, hepsini kestiler, bırakmadılar. Kuşlara ev sahipliği yapardı o çalılar ama tıraşladılar. Bir yönetim mekanizması kurdular güya ağaçlara yer açılacak diye ve yine Ada halkı hiçbir şey söylemedi, çok az ses çıktı. O yüzden bizim şu paradigmayı kırmamız gerekiyor yani orman ve biz değil; biz beraberiz. O çalılar bizim dostumuz, arkadaşımız, ev sahibimiz ve hatta çoğunlukla onlar ev sahibi, biz sonradan geldik oraya. Ev sahibimizin, onların bir hafızası ve anlattıkları var. Biz beraberiz.
Adalar deyince yalnızca insan nüfusu sayılmamalı ki zaten sayım böyle yapılmalı. Biz hep beraberiz. Bitkiler de var bunun içinde, böcekler de var, kuşlar da var, balıklar da var, atlarımız var yani herkes var. İnsan merkezli bakmamak, bu paradigmayı kurmak gerekiyor. O zaman insanlar şunu diyecek, “Evet, o çalı sadece bize böğürtlen, koca yemiş veren bitki değil; o bizim parçamız, biz de onun parçasıyız.” Bunu kurabilmek gerekiyor.
Biz karşı argümanı kurarken başka bir dünya dilini de yaşartmamız lazım, benim gördüğüm en büyük eksiklik bu. Bunun farkında olan insanlar var ve bu konuda çok angajeler. Adalar bu konuda daha ileri birçok yerden ama sahiplenme konusunda oluşturulacak dil, tekrar karşı tarafın yani yıkan, döken tarafın dilini yeniden üretmemeli, başka kavramları da kurabilmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Biz ve ağaçlar değil, hep beraberiz. O budandığında ben de eksiliyorum, benim de canım acıyor, o yok olduğunda ben de yok oluyorum ki başka türlüsü olamaz zaten. Çalılar olmazsa, kuşlar olmaz; kuşlar olmazsa birçok şey olmaz, arılar da olmaz, hiçbir şey olmaz. Çok önemli bizim için, hepimiz için.
Karşı taraf, Kartal'a baktığınızda oradaki binaların rüzgarı kesmesi... Bunlar hep bütün Ada’nın ekosistemini kıran unsurlar olmalı. Benim öğrencilerimden biri yelkenli yapanlarla görüşmeler yapmıştı. Çocukluğumdan beri yelkencilik yapan birisi şunu söylemişti, “Ne zamanki büyük binalar kenti sarmaladı, İstanbul'un rüzgarı gitti” Düşünebiliyor musunuz? Bu kuşlar için ne kadar önemli bir şey. Her şeyi bıraktım, denizin su akışı için bile önemlidir diye düşünüyorum. O yüzden sadece Adalarda değil; karşı tarafta, öbür tarafta hep beraber yaşıyoruz bu dünyada, yeryüzünde. O dili kurabilmemiz, tekrar yeşertebilmemiz lazım.
N.S.: Toparlamamız lazım biraz, aştık da süreyi. Çok teşekkürler Kiraz katıldığın için. Anlattıkların ve buradan öğrenmemiz, hayata geçirmemiz gereken şeyler aslında çok kolay ama çok zor bir taraftan da. Hep birlikte buna emek çaba harcamadıkça, kafa yapımızı değiştirmedikçe aslında çok kolay olan şeyleri, ruhumuza, varlığımıza çok yakın olan şeyleri görmezden gelmeye devam edeceğiz. Bu da dediğin gibi, bir yok oluşa sürüklemeye devam edecek maalesef Adaları, hepimizi, dünyayı.
D.T.: ‘Bostan’ kitabın çıktıktan sonra yeniden bir program yapalım Kiraz, olur mu?
K.Ö.: Çok sevinirim.
D.T.: Çok kolay gelsin, çok okuyucusuyla buluşsun.
K.Ö.: Çok teşekkür ederim.
N.S.: Hoşçakalın. Adalar hepimizin!


